Varoluşçuluk ve Varoluşçu Psikoterapi
Varoluşçuluk, son yüzyılda 'ben kimim?, birey olarak var olmamın anlamı nedir?, gibi' sorulara cevap arayan egzistansiyalist felsefe ile doğmuştur.
Kirkegaard, Heidegger, Sartre, Nietzsche gibi filozoflar bu akımın öncülerindendir.
Varoluşçuluk psikoloji ve psikiyatriye yeni bir bakış açısı sağlamıştır. Davranışçı, bilişsel ve dinamik ekollerin tıkandığı noktalarda psikoterapiye soluk aldırmıştır.
Birçok psikolojik sorun ve psikiyatrik tabloda temel faktör anksiyete ve korkudur. Bir yakının kaybı, ekonomik sıkıntı ve açmazlar, geçirilen ameliyat ve kaza gibi ağır travmalar reel olarak bireyde bunaltı doğurur. Gerçek bir olaya karşı duyulan bunaltı normaldir. Kişi bu bunaltı sayesinde canlılığını ve pozisyonunu korumak için tedbir alır.
Davranışsal bir öğrenmeye, bilişsel bir çarpıtmaya ya da dinamik bir alt yapıya dayanmayan bunaltılar varoluşçu felsefeyle açıklanmaktadır.
Varoluşçu psikoterapinin kurucusu ve ilk temsilcisi Irving Yalom'dur.
İnsan kendi iradesi dışında bu dünyaya gelmiş bir varlıktır ve varlığının farkında olan tek canlıdır. Kişi varlığını fark ettiği andan itibaren neden ve niçinini sorgulamaktadır. Bu durum, insanın varlığına anlam arama sürecidir.
Varlığa anlam aramak doğuştan gelen bir ihtiyaçtır. İnsan kendini sorgularken bir takım açmazlara düşmektedir. Bu açmazlar karşısında da büyük bir bunaltı, sıkıntı ve korku hissetmektedir. Hissettiği bu derin bunaltı halini yeniden anlamlandırmakta ve bundan da bir takım psikopatolojik tablolar ortaya çıkmaktadır.
Var oluşuna anlam arayan insan 5 temel soruyla karşılaşır.
1-Hayatın anlamı nedir?
2-Geleceği bilmek ve belirlemek mümkün müdür?
3-En büyük gerçeklik ölüm müdür?
4-Kaderimizin sorumluluğu kime aittir?
5-Hayatta yalnız mıyız?
Bu sorular, özünde büyük gerçeklikler barındıran, kişiyi açmaza düşüren sorulardır. İnsanın varlığı ve gizemi bu soruların içinde yatmaktadır.
HAYATIN ANLAMI herkes için çok farklı olup, herkes kendi anlamını kurgulamakta ve o anlamın peşinde koşmaktadır. İnsan yaşamı boyunca geriye dönüp baktığında büyük anlamlar yüklediği birçok şeyin, önemsiz ve boş olduğunu görür. Esas anlam, şu an hedef olarak koyduğu şeydir. Fakat şu an önemsediği şeyler de, bir müddet sonra geçmişin çöplüğüne atılmakta ve insan bu kısır döngüyü sürekli yaşamaktadır.
Bu sonuç incelendiğinde, hayatın özünde hiçbir anlam taşımadığı gerçekliği insanın yüzüne çarpar. Hedef ve amaçlar ne kadar büyük, yüce ve kutsal olursa olsun, hayatın anlamsızlığını kapatmak için alınmış geçici tedbirlerdir. Kişi bu anlamsızlığı hissettiği anda hedef ve amaçlarının bir gayesi kalmamakta, büyük bir bunaltı hissetmektedir.
Özellikle yaşamında anlam yüklediği amaçlara ulaşmış, yeni bir hedef geliştirme konusunda kısır kalmış bireylerde anlamsızlık hissi yoğundur. Cinsellikte, şöhrette, mal, mülk, parada, eğitimde aşırı doygunluğa ulaşmış kişiler için, hayat bir anda anlamsız hale gelebilmektedir. Bu da büyük bir bunaltı ve sıkıntı yaratır.
Birçok ünlünün, zenginin, bilim adamlarının trajik intihar hikâyelerinin altında, bu anlamsızlığı idrak ettikleri nokta yatar. İnsan varlığını devam ettirmek için kendisine hep yeni hedefler oluşturmak durumundadır. Hayata anlam kazandıran bir hedefe yürürken duyulan bulantı ve sıkıntı, anlamsızlık bunaltısı yanında çok hafiftir.
''GELECEĞİ BELİRLEMEK MÜMKÜN MÜDÜR?'' sorusu insanoğlunun aklını her zaman karıştırmıştır. Bir plan ve program dahilinde geleceği belirlemek, adım adım bu geleceğe yürüyerek hedefleri gerçekleştirmek insanı rahatlatmaktadır.
İnsanoğlu yaşamın her döneminde belirsizlik ve bilinmezlik karşısında ürkmüş, korkmuş ve çaresizlik hissetmiştir. Belirsizlikten kaynaklanan korku, bir taraftan bilimin gelişmesine ön ayak olurken, insanların bir takım inanç sistemlerine sahip olmasını doğurmuştur. Geleceği bilmek ve belirsizliği ortadan kaldırmak, insanın en büyük hedeflerindendir. Falcılık, astroloji, büyücülük, rüya analizleri hep bu ihtiyaçtan doğmuştur. Günümüzdeki sigorta, kasko, emeklilik, sağlıkla ilgili check-up lar yine aynı ihtiyaçtan yapılmaktadır.
Madalyonun bir yüzünde geleceği bilmenin ve belirlemenin rehavet ve rahatlığı varken, bir yüzünde de damarlarımızdaki bir pıhtının bize her an felç ya da kalp krizi yaşatabileceği, her an bir kazaya uğrayabileceğimiz, her an bir deprem olabileceği, vücudumuzda bir kanser hücresinin her an aktiflenebileceği gibi korkutucu bilinmezlikler vardır.
Asıl gerçek, madalyonun ikinci yüzündeki bilinmezlik, belirsizlik yani yazgımızdır. Gelecekle ilgili bu belirsizlik ve bilinmezlik, insanın ruh dünyasında büyük bunaltıya neden olmaktadır. Kişi belirsizlikle sürekli savaş halindedir. Hayatını belirleyen girdilerin ne kadarını kontrol altına alabilirse, o kadar rahatlamaktadır.
Bireyin bu bunaltıdan çaresizlik hissine kapılmadan yeni umut ve çabalar göstermesi psikopatoloji noktasında önemlidir.
'ÖLÜMDEN BAŞKA BİR GERÇEKLİK VAR MI' sorusu da varoluşun temellerindendir. Tatil, iş, okul, kariyer, aile v.s her şey aklımıza gelir, bir tek öleceğimiz gelmez. Gelecekle ilgili tek bir gerçek vardır; bir gün mutlaka öleceğiz. Gelecekle ilgili her şeyden bahsederiz. Her şeyi netleştirmeye çalışırız. Ama öleceğimizden hiç söz etmeyiz. Bu paradoksal bir durumdur. Bilinen tek gerçeği inkâr edip, belirsiz birçok varsayımın peşinden koşarız.
Ölüm gerçekliğini sürekli hisseden, aklından hiç çıkarmayan birinin sağlıklı yaşam sürmesi mümkün değildir. Çünkü bu büyük bir bunaltı ve sıkıntı kaynağıdır. Hayatın anlamsızlığı ve belirsizliği ile mücadele eden insanın ölüm gerçekliğiyle yüzleşmesi hemen hemen imkânsızdır. Ölüm anlam yüklediğimiz tüm olguların bittiği bir duraktır. Ölüm tek gerçekliktir. Fakat insanoğlunun yaptığı tek şey, ömür boyu ölümü inkâr etmektir. Ölüm hep bizim dışımızda, bize asla gelmeyecek gibidir. Bir gün ciddi bir hastalık, bir kaza, çok yakınımızın ani ölümü ile ölüm gerçekliğini yüreğimizde hissederiz. O zaman, insan düşünür ki, hayat ne kadar boş ve anlamsız, bu kadar hırs, öfke, kızgınlık ve dürtünün anlamı nedir? Bu sorgulamalar insanı açmaza düşürür. Ölüme karşı hissettiği çaresizlik karşısında bunaltı ve anksiyeteyi kalkan olarak kullanır. Bunaltı, ölümü öldüren bir canavardır, bunaltı varlığın ve canlılığın işaretidir. Yok olmak yerine, varlığı hissetmenin bedeli bunaltı ise bu kabul edilmelidir. Birey ya sanal bir dünyada yaşayarak ölümü son ana kadar yadsıyacak ya da ölümle yüzleşerek varoluşunu başka bir bağlamda değerlendirecektir.
'HAYATIN SORUMLULUĞU KİME AİTTİR?' Hemen hemen tüm insanlar durumlarından memnun olmamakta, mevcut durumundan memnun olanlarda daha iyi ve kaliteli bir yaşam arzulamaktadır. Birçok insan istedikleri noktada olamamalarını bir takım dış faktörlere bağlarlar. Bu durumdan kimine göre ailesi, kimine göre iş arkadaşları, kimine göre devlet v.s sorumludur.
Her türlü olumsuzluğun sebebi dış dünyadır. Sorumluluk anne-babadan başlayarak Tanrı'nın çizdiği kadere kadar değişir. Kişi bu şekilde rahatlar, vicdanen arınır ve sorumluluğu üzerine almaz. Aslında gerçeklik bu değildir. İrade, insanı insan yapan temel zihinsel faaliyettir. İrade, alternatifler arasında tercih yapma gücü ve iktidarıdır.
Bir yaşından itibaren tüm eylemlerimizin arkasındaki güç, insanın kendi iradesidir. Ergenlik dönemine kadar irade güç ve yeteneğini keşfeden birey, ergenlikten itibaren hayatına gerçek anlamda yön verebilir. Olgun insan eyleminin ne anlama geldiğini bilmeli, sorumluluğunu üstlenebilmelidir.
Her insanın bedenini istediği gibi kullanma tasarrufu söz konusudur, bedenimiz üzerinde mutlak söz sahibiyiz. Bu gücü olumlu yönde kullanabilmek, güçlü bir benlik ve irade ile olur. Aksi durumda kişi bilinmezliğe ve kaosa sürüklenir, korkuya kapılır.
Olgunlaşamayan birey, hayatın sorumluluğu noktasında iki tür davranış sergiler. Ya yaptığı eylemlerden hep başkalarının sorumlu tutar ve içgörüsü gelişmemiş bir birey olarak yaşar. Ya da iradesini başkalarına emanet eder, başkaları tarafından yönetilir ve kontrol edilir.
Normalde, gerçek sorumluluk bireye aittir. Bulunduğu konumundan sadece bireyin kendisi sorumludur. Herkes kendi kaderini kendisi yazar.
'YALNIZLIK HAYATIN GERÇEĞİ MİDİR?' Göbek bağı kesilip annesinden ayrılan bebek, bağımsız bir birey olarak hayatın yalnızlık yolculuğuna başlamış olur. Artık ölüm saati gelene kadar yalnız bir bireydir. Her birey dünyayı algılamak istediği gibi algılayacak, iç dünyasında nesne tasarımlarını kendine göre şekillendirecek, kendi duygulanımını kendi gerçekleştirecektir. Her algısına, hüzünle mutluluk arasında seyreden bir duygu eşlik edecektir.
Yalnızlığın getirdiği çaresizlik, belirsizlik, ürkütücü bir şeydir. Bu kaostan çıkmak için insanoğlu hep birileriyle yaşamaya çabalamıştır. Gerçeklik ise ayrı olmak, birey olmak, özerk olmak zorunluluğudur. İnsan yaşam boyunca zaman zaman anne göğsünün sıcaklığını arayacak, anne göğsünden hiç inmek istemeyecek, zaman zaman özgür ve sorumlu bir birey olarak kanat çırpacaktır.
Herkesin yaşantısı kendi içinde ve kendine hastır. Bir başkası bizim kendi iç dünyamızda hissettiklerimizi tam manasıyla anlayamaz. Bu bağlamda insanlar yalnız başına duygulanan ve yalnız yaşayan varlıklardır. Duygularımızı başkalarına aktaramama, anlatamama, içimizdekileri başkalarıyla paylaşamama, derdini anlatamama insanda bunaltı ve kaygı yaratır. Acılarını, çaresizliğini, bunaltısını, öfkesini, kızgınlığını, mutsuzluğunu mutlak manada birey kendisi yaşayacaktır.
Psikopatoloji noktasında birey hayatta yalnız olduğunu yadsıyarak hep çevresinde eş-dost, arkadaş veya sevgili olsun isteyecektir. Gerçek dostluğu bulamadıkça da hüsrana uğrayacaktır.
Tüm bu varoluş soruları psikopatolojiye dönüştüğünde birçok anksiyete bozukluğu, somatoform bozukluk, cinsel işlev bozukluğu ve yeme bozuklukları gibi klinik tablolara yol açabilmektedir.
Varoluşçu psikoterapi yaklaşımına göre kişi bu temel gerçeklerden kaçamaz. Yalancı, sahte ve kurgulanmış bir dünya yerine, gerçeği kabul ederek ruhuna sindirmek durumundadır.
Biz de Antalya Psikiyatri ve Psikoterapi Merkezimizde uygun vakalarda varoluşçu psikoterapiyi uygulamaktayız.
Antalya psikiyatri, Antalya psikoterapi, Varoluşçu terapi, Psikiyatrist Filiz Uluhan, Muratpaşa Antalya.